8 Şubat 2015 Pazar

'Veled-i Amerikan Tarz-ı Osmanlı' Devleti

Şöyle bir düşünelim.
Türkiye'de demokrasi mücadelesinin temel amacı CHP’ye alternatif yaratmak mı olmalı?
Yani CHP'den rol kapmak Türkiye demokrasisinin önünü açacak mı?

Son zamanlarda herkesin derdi Türkiye’nin Sosyal Demokrasi açığını kapatmak üzerine.
Böyle olunca “Burjuva Demokrasisi” tamamlanmış olacak.
Hani ufakça bir sosyalist veya komünist parti de yerleştirdik mi bir köşeye, şöyle konsepte uygun cinsinden… Dekor neredeyse tamam oluyor.
Başkanlık sistemi, federal sistem falan derken tastamam Küçük Amerika...
Eh..! Biraz Osmanlı tarzı tabii….
Nasıl desem; “Velet-i Amerikan Tarz-ı Osmanlı” gibi bir şey. 
Amerika’daki iki parti üzerine kurulu demokrasinin(!) ikinci sınıf imitasyonunu Türkiye’de oluşturmak gibi bir takıntı var. Cumhuriyetçi Parti ve Demokratik Parti karikatürlerinden oluşmuş bir demokrasi maketi…

Gelgelelim bir türlü istendiği gibi olmuyor.
Bir ayağına bir türlü uygun format verilemiyor.
Hadi Cumhuriyetçi Parti ayağı uzun denemelerden sonra oluşturuldu diyelim.
Yani şu yeni Türkiye’nin kurucu partisi olan AKP’den söz ediyorum.(*)
ANAP’tan başlayan denemeler; Cem Boyner’li YDH girişimleri;  Deniz Baykal’ın birinci misyon dönemi eşliğinde CHP’yi dönüştürme çabaları; “bir umut” denemesi olarak Refah Partisi ve nihayet 28 Şubat Büyük Algı Operasyonu sayesinde, Gülen Cemaati katkıları ile uygulamaya konan AKP projesiyle nihayet hayata geçirebilmiştir.
Sancılı ve uygun konjonktür kollamaktaki sabır ve dikkat gerektiren bir süreçten sonra ve bir dolu sofistike girişimden sonra bu partinin Osmanlı konseptine uygun Cumhurpadişahı da hazır…

İşte, demokrasi maketinin “gelgelelim” kısmı da burası...
Cumhuriyetçi Parti maketi AKP’nin yanına şöyle uygun bir Demokratik Parti maketi kondurulamadı bir türlü…
Eski “Çay Parti” adayı CHP’nin “iktidar özürlü” hali ve geçmişiyle olan bağları, DNA’larındaki bir türlü ayıklanamayan bazı kodlar, Küresel Sermayenin kafasındaki “Çay Partisi” standartlarına uymayınca, B planı olarak ”CHP’den Demokratik Parti oluşturma” hevesi de, yine bu kodlar yüzünden hüsranla sonuçlandı.
CHP bir türlü gerekli kıvama getirilemedi.
Hayır..! Yöneticilerinin istemediğinden değil.
Çünkü CHP’nin yönetici kadroları büyük ölçüde kıvamdalar. En azından kıvam konusunda hevesliler. Ancak kendi kıvamlarını tabana yansıtamıyorlar. Bünyesi müsait değil. Sorunun kaynağı, bütün o kodlar falan CHP’nin tabanında...

Sinir bozucu bir damar var bu ülkede…
Kemalizm mi desek, ulusalcılık mı desek, solculuk mu desek, antiemperyalist bir gelenek mi desek yoksa hepsi mi desek, ya da hepsinden öte bambaşka bir şey mi, bir türlü adı konamıyor. Aslında hemen her partinin tabanın da bu damarın kılcal uzantıları var
Sadece komünistler açısından değil, Küresel Sermaye ve Türkiye’deki misyonerleri açısından da karmaşık ve sinir bozucu…
Bu sinir bozucu damar; önce 12 Eylül faşist darbesinin mimarları tarafından ustaca kullanıldıktan sonra, darbeden sonraki ilk genel seçimlerde bu defa kullanışlı bir enstruman olarak değil, ayak bağı olarak kendini göstermişti.
Bütün Partilerin bizzat faşist cunta tarafından dizayn edilip seçmen önüne çıkarıldığı bu seçimlerin öksüzü Halkçı Parti’ydi.
MDP (Milliyetçi Demokrasi Partisi) , Faşist Cunta tarafından; ANAP (Anavatan Partisi) 12 Eylül Darbesinin arkasındaki belirleyici güç olan yeni yetme Küresel Kapitalizm tarafından destekleniyordu.
HP (Halkçı Parti) ise başındaki, etrafına “sakın bize oy vermeyin” mesajı veren başkanıyla sadece köstekleniyordu.
Seçim sonuçları ortaya çıktığında; yeni yetme Küresel Sermayenin yeni yetme yıldızı ANAP, 12 Eylül Darbesinin arkasındaki asıl gücün kim olduğunu açığa çıkartarak birinci parti oldu. MDP de kendini ahir zaman peygamberi sanan Kenan Evren’in aldığı ilk ders olarak en az oyu almıştı. Halkçı Parti ise bir acuze başkanlığında, olabildiğince iddiasız olarak girdiği seçimlerden ikinci parti olarak tahminlerin çok üzerinde oy çıkarmıştı.

Son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP’nin gösterdiği adaydan tutun, yaptığı “adayımı seçmeyin” çalışmasına kadar gösterdiği performansı(!) görünce bu olayı hatırlamış OTUZBİR YIL ÖNCEKİ GIRGIR KAPAĞI… adlı yazımda bundan söz etmiştim.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP ve MHP’nin ortak adayı tıpkı 1983 seçimlerindeki Halkçı Parti Başkanı Necdet Calp gibi bir portre çiziyordu. Kırk yıllık CHP’lileri partisinden küstürmek üzere tezgahlanmış bu operasyon sonucu, CHP adeta bile isteye, seçmen tabanının önemli bir kısmını sandık başına getirtmemiş, yine önemli bir kısmını HDP’ye hediye etmişti. MHP’liler ise yaptıkları ittifak nedeniyle tabanın büyük çoğunluğunun Erdoğan’a oy vermesini sağladı.

HDP; CHP tabanına yönelik çalışmış; ustaca bir taktikle CHP’yi yıpratma işini HDP içindeki sol bileşenlere, sosyal medyadaki trend delisi holigan taraftarlarına devrederken, Demirtaş da adeta “Kuvayi Milliyeci” kesilerek Türkiyeli imajı çizmiş, -yani o sinir bozucu damarı kullanarak- CHP tabanından önemli oranda oy toplamıştı.

Müzmin acemi, gemi aslanı sosyal demokratlar partisi CHP, 12 Eylül sonrasında mantar gibi biterek ekranlara doluşan medyaşorların etkisiyle şaşkın ördek atasözünü hayata geçirdi.
Liberal parantezine bilumum vasıfları (İslamcı, sosyalist, komünist, muhafazakar) sığdırmakta maruf 12 Eylül mamülü medyaşorlar CHP’yi; “Oyunu artırmak istiyorsan, mütedeyyin muhafazakar kesimlere şirin gözükmelisin” telkini ile gaza getirdiler.
CHP’de vur denileni öldür anladı, tuttu isminden, cismine İslami bir adayla yarışa girdi. 
CHP’nin terk ettiği Laiklik kozunu HDP devraldı.
Özellikle HDP içersinde, kendi görevlerini Kürt Ulusal Hareketine ihale etmekten dolayı işsiz güçsüz kalmış Türkiye Sosyalistleri, holigan amigolar gibi bu göreve şevkle talip oldular.
CHP tabanının daha önce şiddetle eleştirdikleri ulusalcı ve laikçi tabanına çalıştılar.
Birlik beraberlikten, Türkiyelilik, laiklik üzerinden, adeta ulusalcı propaganda yürüterek bu tabanın kayda değer bir kısmını HDP’ye kazandırdılar.
Ama çok daha önemli bir kısmının CHP’ye küserek sandık başına gelmemesini sağladılar.

Cumhur Başkanlığı seçimlerini üç kişi arasında oynanan tek kale maça benzetirsek, maçı şöyle özetleyebiliriz. CHP İhsanoğlu’nun ayağından topu kale önüne ortalamış, HDP’li Demirtaş topu göğsüyle yumuşatıp, AKP’den Erdoğan’ın önüne yuvarlamış, Erdoğan’a da topu kaleye yuvarlamak kalmıştı.
Kale zaten bomboştur.
Kalede olması gereken demokrasi güçleriyse; maçı türbinlerden izlemeyi yeğlemiştir. Hatırı sayılır bir kısmı da stada kadar gelmeye bile tenezzül etmeyip, yazlıklarda televizyonlardan izlediler.

Yine kayda değer kısmı da maç boyunca CHP aleyhine tezahürat yaptıktan sonra, maçın sonunda Demirtaş’ı yaptığı asistten dolayı alkışlamışlar, akşamına da bu ‘pirus zaferi’ni fener alayları ile kutlamışlardır.
Skorboarddaki karmaşık rakamlarla süslenip, pazarlanmaya çalışılan sonucun aslında kısa bir açıklaması vardı; “Demokrasi yine kaybetti

Ancak dönüp dolaşıp yukarıda sözünü ettiğimiz “gelgelelim”  durumuna geri dönülüyor.
Yani bu üçlü “Puppet Soccer” gösterisinin senaryosunda bizzat yazılı olan bu skorun bile sinir bozmaya devam etmesi durumuna...
Çünkü skorboarddaki süslü rakamları sadeleştirdiğimizde ortaya çıkan seçim sonuçlarının “Demokrasi yine kaybetti” açıklamasının yanında, o sinir bozucu damarın iliştirdiği bir not vardı.
Görmezden gelinemeyecek bir not…
O notta;”Her şey o kadar da kolay değil!” diyordu. İmza; İşte o "sinir bozucu damar"...

Bu not, seçim sonuçları tablosunun bütünün verdiği en önemli mesajdı aslında. Erdoğan'ın her türlü iktidar avantajı ve yaygın medya desteği, yavru muhalefet(!) lerin, gizli ve açık desteği ve bizzat ana muhalefet yönlendiriciliğinin ayna tersi desteğine ve çok avantajlı görünen sonuç rakamlarına rağmen, gözlenen bir mesajdı bu.

Bu mesajı en iyi okuyanlar da bu üçlü Puppet Soccer gösterisinden tutun, bu ülke ve bu coğrafyada binlerce puppet showa imza atmış küresel ve ulusal yapımcılardı.
Onlar biliyorlardı ki İhsanoğlu’na verilen yaklaşık 15,5 milyon oyun büyük kısmı kerhen verilmişti.
Sandık başına gelmeyen ya da geçersiz oy veren 15 milyonun çoğu bunu CHP’nin adayına gösterdiği tepkiden dolayı yapmıştı.
Selahattin Demirtaş’a verilen 3,9 milyon oyun yaklaşık 1 milyonu da benzer tepkinin sonucuydu.

Gelelim Erdoğan’a verilen 21 milyon oya; bu oyun kayda değer bir kısmı Erdoğan’ın takındığı maskeye verilen oylar. Hani Erdoğan’ın bir iki defa çıkarmayı denediği ve bir türlü çıkaramadığı maskeden söz ediyorum. Hatırlarsınız; “velev ki…” ya da “Milliyetçiliği ayaklar altına aldık” diye başladığı bir türlü arkasını getiremediği maske çıkarma girişimleri… Apar topar tekrar kuşanmıştı maskelerini.
İşte “Velet-i Amerikan Tarz-ı Osmanlı” demokrasi maketinin istenildiği gibi monte edilememesinin arkasındaki etmen de Erdoğan’ın maskesini apar topar o tekrar takmasın neden olan da o sinir bozucu damardı.
Yani CHP’nin bu maketteki Demokratik Parti kıvamına gelmesine engel olan, o uyumsuz DNA’ları besleyen damar.
Bu damar CHP’den Amerikanvari bir Demokratik Parti çıkarmasına engel olduğu gibi, bilimsel anlamda Sosyal Demokrat bir Parti çıkmasına da engel olan damar aslında.
Seçim sonuçlarının, genel, yerel, referandum hepsinin tahlilinin altından çıkan mesajın özeti şu; bu damar öyle yüzde otuz, elliye değil çok daha fazlasına karşılık geliyor. CHP, MHP, AKP ve hatta HDP tabanını bile besleyen ve beslenen bir damar.

Bu damarı başbelası, sürekli sorun yaratan, varisli bir damar olarak da değerlendirebilirsiniz, yaşamsal öneme sahip şah damarı olarak da…
Ama asla yok varsayamazsınız.
Hegomanya bu damarı yıllarca kendi beslenmesi için kullandı.
Her ne kadar bugün bu damarı baş düşman ilan etseler de liberalinden tutun, sosyalist, komünist, ümmetçi, mütedeyyin, muhafazakarına kadar herkes bu damardan beslendi, kullandı.
Bu damar yukarıda sözünü ettiğim gibi CHP'den oy devşirme operasyonunda bile kullanıldı, kullanılıyor, kullanılacak.

Yukarıda yaptığım benzetmelerin hiçbirine katılmasanız bile, Sosyal Demokrasi konusunda bir arayış olduğu konusunda aynı düşücede olduğumuzu sanıyorum.
CHP’nin bu konuda kendisinden beklenen performansı gösteremeyeceği de değişik bakış açılarından bakılsa bile, hem fikir olunabilir bir düşünce.
Yazının başında açtığım uzun parantez boyunca söylediklerim ve yaptığım benzetmelere kesinlikle katılmayacağını sandığım birçok kesim, parantezi kapatırken söylediklerime katılacaktır diye düşünüyorum.
Yani Türkiye Demokrasisinin Sosyal Demokrasiye ihtiyacı olduğunu düşünenler, aynı zamanda bu ihtiyacın CHP ile giderilemeyeceğini de düşünüyorlar.
Kesinlikle kendileriyle aynı fikirdeyim. CHP’den sosyal demokrat bir parti çıkmaz.
Ayrıca CHP’den böyle bir beklentim de yok. Esasen başka bir beklentim de…

Ben sadece böyle bir ihtiyacın peşinde koşmanın anlamsız olduğunu düşünüyorum.
Burjuva demokrasinin bütün enstrümanlarının yer aldığı görsel bir mükemmelliğin, gelişmiş bir demokrasi olduğuna dair bir inancım yok.
Bu yüzden bir “CHP’ye alternatif” peşinde koşmak da anlamsız geliyor.
Türkiye’de demokrasi mücadelesinin acil gereksinimi, AKP rejiminin yıkılmasıdır.
Evet, AKP rejimi…
Yaşadığımız güncelliği ve işleyen süreci AKP rejimi olarak adlandırabiliriz.
Küresel bir vahşi kapitalizm eşliğinde, dinci, gerici, ümmetçi ve faşist gibi tanımlamaların hepsini içinde barındırabilen bir rejimden söz ediyorum.
Üstelik uzun erimli hiçbir beklentiye tahammül edemeyeceğimiz bir tehlikenin aciliyetini yaşatıyor bizlere.
Bu aciliyet bu seçimlerin temel hedefini kendiliğinden belirliyor aslında.
Demokrasi güçlerinin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde atladığı seçmek ya da seçilmekten daha çok “seçtirmemek” hedefini kast ediyorum. Bkz: (  Kimi seçeceğin mi yoksa kimi seçtirmeyeceğin mi..? ,  Hadi gelin "Suçlu Kim" oynayalım. )

Demokrasi güçleri bu hedefe odaklanabilir mi? Seçilmek değil de seçtirmemek için akıllı ve sorumlu bir seçim çalışması yürütebilir mi?
Yoksa; Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaptığı gibi, bir iki puan artışının sevdasıyla ülkenin yaşadığı en önemli tehlikeyi, köleci düzene, dinsel karanlık eşliğinde tam gaz alınan yolculuğu görmezden mi gelir?
Sosyal medyada ki paylaşımlara baktığımızda bu karanlık yola hevesli meczupların, başka meczupları da yanlarına yol arkadaşı yapmak üzere şimdiden bilet sattıklarını görüyoruz.

Diğer yandan ana akım medyanın tercihinin cumhurbaşkanlığında oynanan tezgahın daha büyük ölçülerde yeniden kurgulanmasını istediğini gözlemek mümkün.
Ana akım medya “ikinci parti” hedefine odaklanmış görülüyor.
Birinci parti meselesi çoktan halledilmiş, belli olmuş, tartışılmıyor bile. Her türlü telkine rağmen bir türlü kıvama getirilemeyen CHP yerine trendlere uygun, kıvamı baştan ayarlı “sosyal demokrat” formunda bir ana muhalefet yaratma peşinde.
Tartışma programlarının Şirin mi şirin, Ballı çiçekli sunucuları bembeyaz porselen dişlerini göstererek adres gösteriyorlar.
Bunca zamandır AKP’yi destekleyen, AKP’den demokrasi bekleyen, Ergenekon ortaoyununu alkışlayan, yetmez ama evet soytarılığının misyonerliğini üstlenen akademisyen, yazarçizer takımı, hepsi ana akım medyada toplaşıp cehenneme yolculuğunun son durağına beş kala ‘konsepte uygun muhalefeti nasıl oluştururuz’u tartışıyorlar.
Her şey muhalefetten muhalefete transfer üzerine odaklı…
Yani bu seçimlerde de muhalefetin muhalefete muhalefet yapmasının ilginç, dramatik ve o ölçüde komik örneklerini göreceğimiz anlaşılıyor.

Oyların bir muhalefet partisinden, diğer muhalefet partisine geçişinin bilgisayar ortamında yapılabildiği gibi “kes-yapıştır” şeklinde olmadığını hesaba katmak lazım.
Esasen bu tür aktarmalar bir havuzdan bir havuza kovayla su aktarmaya benzer. Bu aktarma esnasında yere dökülen su çok olur. Özellikle aradaki mesafeyi giderek açarken…
O suların bir kısmı buharlaşır bir kısmı da bu kaygan zeminde üçüncü havuza gider.
Örneğin CHP’nin tabanına yönelik yapılacak çalışma sonucu diyelim ki HDP’ye 2 milyon oy aktarıldı. CHP’nin kaybı 2 milyondan çok fazla olacaktır.
Bir o kadar da ya küskünlerin ya da AKP’nin havuzuna akacaktır. Yani sonuçta AKP karşıtı oyların sayısında önemli oranda düşüş olacaktır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de yaşanan budur.
Sonuç olarak muhalefet cephesi küçülecektir.
Bu kolayca tahmin edilebilecek bir sonuçtur.
Zaten ülkede ve coğrafya da oynanan oyunlar da bu sonuçların üzerinedir.
Ancak bu tür oyunların gedikli jokerleri, 12 Eylül darbesinden sekelli “sol” bir güruh, özellikle 2000’lerden beri bu tuzağa her defasında düşüyor.
Bu jokerler; hayati noktalarda seri tamamlayıp, iktidarın el açmasına yardımcı oluyor, masanın hesabını da ülkemiz emekçi ve yoksullarının üzerine yıkılmasına katkı koyuyorlar.

Oysa muhalefet birleşsin ya da birleşmesin muhalefetlerinin hedefi iktidar olmalıdır.
Birlikte hareket edilmesi başarılır ya da başarılmaz.
Ancak söylemlerin hedefi şaşırılmamalı.
AKP iktidarının muhalefet edilecek bu kadar uygulamasına rağmen sanki muhalefeteymişçesine eleştiriden muaf olabilmesi Türkiye’ye özgü bir garabet.
Esasen muhalefetimiz 12 Eylül’den bu yana bütün renkleri ile garabet üzerine kurulmuş.
Ana muhalefet partisinden başlarsak; CHP’nin bunca zamandır hegemonyanın yönlendirmesiyle yaptığı muhalefetin tek tanımı var. Garabet…
Bunca zamandır “ortada kuyu var yandan geç” tarzında asıl muhalefet edilecek konuların hep civarında dolaşarak AKP’yi pompaladı.
Ancak CHP’nin bu durumu, ayna tersinden aynı garabeti sürdüren, kendini sosyalist, komünist, radikal demokrat olarak tanımlayan, 12 Eylül darbesinden sekelli “sol” muhalefeti aklamıyor.

Ezilen bir kimlik üzerinden siyaset yapan, önderliğinden, üst karar merciinden tutun, militan kadrolarına kadar tamamıyla bu mücadele üzerinden yapılandırılmış bir hareketi Türkiye’nin demokratikleşmesi ile görevlendirmek ne kadar mantıklı?

Salt bu garabeti “mümkün” kılmak adına hegemonyanın muhalefet dizaynına katkıda bulunmak akıllıca mı?

Peki, iktidarın ana muhalefete saldırdığı noktaların aynısı üzerinden, üstelik aynı tarz ve söylemlerle, muhalefete muhalefet yapmanın ‘garabet’ten başka tanımı olabilir mi?

Ana akım medyanın, CHP üzerindeki yönlendirici etkisinin bu kadar güçlü olması CHP’nin bir zaafıdır. Kendisini CHP’nin ilerisinde gören bu sekelli sol, kendisinin de aynı yönlendirilme etkisi altında olduğunu görmüyor mu?
Örneğin bu yönlendirmenin etkisiyle; bir zamanlar “likidasyonun bir parçası”, liberal, reformist dedikleri kişi, kurum ve kesimlerle birlikte hareket etmeye başladıklarının farkında değiller mi?

Laçkalaştığı ve etki değeri azaldığı için ben dahil artık fazla kullanılmayan, ama hala geçerli bir kavram var. Yetmez ama evet süreci…
Bu süreç giderek güçlenerek işliyor.  Bu seçimler aslında 12 Eylül referandumunun bir uzantısı. Yetmez ama evet süreci de bu referandumun “sol” içinde giderek kapsayıcı bir hal alan aynılaştırma operasyonu, dillendirilmese de bu seçimin temel sloganıdır.
12 Eylül Referandumu sırasında birbirleriyle paylaşımlı, yorumlu, küfürlü, engellemeli klavye tuşlaşanlar yetmez ama evet sürecinin şemsiyesi altında buluştular.
Hep birlikte yetmez kısmını yetirmeye, yani Velet-i Amerikan Tarz-ı Osmanlı inşaatı için anayasal ruhsatın bir an önce çıkmasına çalışıyorlar.

Aslında bu inşaat gecekondu tarzında da olsa çoktan başlamış durumda. Anlaşmalar, pazarlıklar falan çoktan tamamlandı. Sadece ruhsatın çıkması, yani anayasanın kabulü gerekli…
Osmanlı Tarzı Küçük Amerika devletinin anayasası için yeni bir referandumu riskli görüyorlar kendileri için. Zira o zaman ruhsatın ne mene bir şey olduğu açığa çıkacak ve tartışılacak.
Bu defa 12 Eylül referandumunda olduğu gibi bir tabak deve pisliğinin üzerine birkaç çilek koyup millete yedirmek mümkün olmayabilir.
Zira o tabağa koyacaklarını birkaç çilekle örtmek mümkün değil. Ve onları kendi tabanları da yemeyebilir.
Hani şu “sinir bozucu damar” meselesi…
O yüzden “ruhsatı onaylatmak” yerine “ruhsatı onaylama yetkisi” almak istiyorlar.
Böylece ruhsatı kimseye göstermek zorunda kalmadan onaylayabilirler.
Yani anayasayı istedikleri gibi çıkarabilirler.

Şu sıralar; kendimizle ilgili sonsuza dek geçerli bir ruhsatı biri(leri)nin eline verip vermeyeceğimizin kararı aşamasındayız.
En azından bu ruhsatın ne mene bir şey olduğunu görmek istediğimiz ya da istemediğimizle ilgili bir karar bu…
Şu sıralar derken tam da “şu sıralar” diyorum. Yani şu an…
7 Haziranı kastetmiyorum.
Ben bugünlerde göstereceğimiz tavırdan söz ediyorum.
Hedefimize AKP iktidarını mı koyacağız yoksa muhalefeti mi?
AKP karşıtı cepheyi büyütmeye mi çalışacağız, yoksa küçültmeye mi?

Önemli olan şu günlerde göstereceğiniz tavır
7 Hazirana gelindiğinde artık zaten her şey varacağı yerde olacak.
Eğer 7 Hazirana kadar karanlık yolculuğa bilet sattıysanız, kendiniz ve yakınlarınızla ilgili karar verme yetkisini biri(leri)ne vermeyi tercih ettiyseniz, karanlığın içine düşüp aklınız başınıza geldiğin de, sakın ”tarih benden hesap soracak” diye kaygılanmayın.
Çünkü o gün zaten tarih bitecek.
Yani kimse sizden hesap falan sormayacak.

Nadi Öztüfekçi
9 Ocak 2015




(*) Cümlenin son kelimesi okunur okunmaz yükselebilecek itirazların telepatik frekanslarını bütün şiddetiyle hissedebiliyorum.
Çünkü yaygın(laştırılan) algının Cumhuriyetçi Parti ve içindeki “Çay Partisi” kanadının CHP ile özdeştirdiğini biliyorum. Ben bunun; bir algı yönlendirmesi olduğunu iddia ediyorum
Ancak bu itirazların ve bu benzetmeyi neden yaptığımın yanıtını -akışı bozmamak için- yazının sonundaki notta vermek istedim
Amerikan Çay Partisi Cumhuriyetçi Partinin içinde bir kanat olduğu ABD kurucu iradesini temsil ettiği doğrudur. Bu haliyle CHP’nin bu parti ile eşleştirilmesi daha mantıklı gibi gözükse de güncel durumda. CHP’nin Ülke yönetimi üzerindeki etkisi bu kanatın ABD üzerindeki etkisiyle kıyaslanamaz.
Ayrıca benzetme; AKP muhafazakarlığı ve artık bir aşama kaydeden “Yeni Türkiye” adı altındaki despotik, faşist dinci devlet yapısının kurucu önderliği üzerinden yapılmıştır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.