11 Mart 2014 Salı

Bir nikah öyküsü

Kahvaltı yeni bitmiş, genelde olduğu gibi öğle yemeği öncesine kadar süren sakinlik başlamıştı. Avluda kurulan voleybol maçının bağrışmaları sessizliği bozsa da herkes ranzasına çekilmiş kimisi cezaevinin izin verdiği kitapları okuyor kimisi de hemen herkesin aynı desenleri yaptığı “boncuk işi” ile uğraşıyordu.
Bazıları da “derinlerde” gezinmekle meşguldü. İçeri gireli henüz bir ay olmuştu. Yani “derinlerde” gezinmenin ne olduğunu tam olarak anladığım söylenemezdi. Hani dışarıdaki yaşamı özleyip düşünceye dalarsın ya, öyle bir şey diye düşünüyordum.
Meselenin o kadar basit olmadığını o akşam anlayacaktım.
Ben pencereden karşı koğuşun kuruduğu voleybol maçını izliyordum.
Kuralları cezaevi avlusunun konumuna göre uyarlanmış, biraz da hatırlı mahkumların teknik faullerine göz yumulan bir şekilde hemen her gün yapılırdı bu maçlar.
O hafta avlu sabahtan öğlene kadar karşı koğuşundu. Karşı koğuş siyasilerin kaldığı bir koğuş değildi. Genelde uyuşturucu kaçakçılığı suçundan hüküm giyenlerin kaldığı bir koğuştu.
Buca Cezaevindeki birkaç ‘ağalar’ koğuşundan biriydi.
Bazen ağalar oyuna para basarmış. O durumda hatır gönül kalmaz kıran kırana maçlar olurdu. Sanırım bu defa da öyleydi.
Ben de kendimi kaptırmış heyecanla izliyordum. Öyle ki koğuşun kapısının açılıp gardiyanın girdiğini, adımı seslendiklerinde farkına vardım.
Merakla kapıya doğru gittim. Gardiyan gülerek “Hadi hazırlan seni almaya geliyoruz 10 dakika sonra” dedi.
Niye..?” diye sordum.
Gardiyan gülmeye devam ederek“Ya sen ne yapacaksın? Şöyle üstüne düzgün bir şeyler giy. Geliyoruz 10 dakikaya kadar.
Oradan Çanakkale Cezaevine sevk edileceğimiz konuşuluyordu. Ancak genelde 2 ay sonra oluyormuş. Bu defa erken sevk ediyorlar herhalde diye düşündüm.
Gardiyanın o alaysı tavırları doğrusu kızdırmıştı beni.
Kardeşim söylesene, sevk mi oluyoruz, nedir? Bilgimiz olsun aileme haber verelim.
Sesime ve sanırım yüzüme de yansıyan sinirlilik halim gardiyanı etkiledi. Ciddileşti.
Tamam tamam. Nikah kıyılacak. Sen hazırlan birazdan geliriz.” dedi .
Ben gardiyanla kavgaya devam etmek üzereydim. Birden koğuştaki arkadaşların; “Heeyy, vaay, Hadi gözün aydın. Hadi gene iyisin. Müjdemi isterim arkadaş.” gibi sözlerle hep bir ağızdan bağırmaları, kimisinin omzuma vurmaları ile kendime geldim.
Açıkçası ilk önce gardiyanın söylediklerini tam olarak algılayamamıştım. Gardiyan çekip gitmişti bile. Ne olacaktı, ne yapmam gerekiyor soramadım.
Fazlasıyla heyecanlanmıştım. Giysilerim beni ceza evine getirdiklerinde kapı altında alınmış. Eşofmanlarla dolaşıyorduk.
Verdikleri elbiseleri giymiyorduk.
Zaten giyilecek gibi de değildi.
Koğuşun gediklileri; “Hadi sen tıraş ol. Biz bir şeyler ayarlarız” dediler.
Doğrusu öyle bir desteğe ihtiyacım vardı. Acele sakal tıraşı oldum.
Bana düzgün bir elbise buldular. Daha önce o koğuşta kalan bir terzi tek tip kumaşlarından resmen bir takım elbise dikmiş. Yakaları ve önden iki düğmesi ile tam anlamı ile bir kumaş elbiseye benziyordu.
Koğuşa bir canlılık gelmişti. Biraz önceki sakinlikten eser yoktu .
Gömlek yoktu renkli bir fanila ayarlandı. Takım elbisenin pantolonu çok küçük gelince bir başka arkadaştan temiz bir pantolon ayarlandı.
Yine bir gedikli mahkumun dolabında topukları çıkarılmış bir çift çizme bulundu. Normalde çizmeler de, ayakkabılar da kapı altında alınıyor, içeriye sokulmuyordu.
Sonradan öğrendiğime göre çizmeleri veren o gedikli mahkum, topuklarını önceden söktüğü çizmeleri, gardiyanları, “Bizim memleketin mestleri böyle” diye ikna ederek içeri sokabilmişti. Konçlarını pantolonun altına soktuğumuzda ayakkabı gibi görünüyordu.
Gerçi elbiseler bana biraz küçük gelmişti. Ceketin omuzları dar, kolları kısaydı. Pantolonun paçaları ayak bileklerimden en azından 4 parmak kısaydı.
Ama yine de koğuştakilerin hepsinden daha şık olmuştum.
Gardiyanlar geldiğinde hazırdım. Arkadaşlar omzuma vurarak uğurladılar. Gardiyanlarla uzun koridorda yürürken yol bir türlü bitmiyordu. Sanki gardiyanlar da biraz ağırdan alıyorlardı. Gardiyanlardan -sonrada baş gardiyan olduğunu öğrendiğim- bir tanesi; “Valla aslında bu işler bu kadar kolay olmazdı yine bize dua et. Bir keresinde, kaç gün gelip gitmişlerdi. De mi len?” diye yanındakinden onay istedi. Diğeri de; “Doğrudur amirim. Hatta imzayı bile defteri biz koğuşa götürdük, getirdik.” diye destek çıktı. Aslında sallıyordu. Ama o an için tartışmanın bir yararı yoktu. “Tamam tamam. Sağ ol. Hadi biraz çabuk gidelim.” dedim.
Bir odaya girdik eşim, annem, ablam ve eşimin abisi oradaydı ve nikah memuru vardı.
Birden fark ettim ki bir ay gibi, çok uzun bir zaman olmamasına karşın hepsini özlemişim. Hasret giderirken biraz önceki başgardiyan; “Hadi oyalanmayalım, memur beyi bekletmeyelim.” dedi. Nikah memuru “Yok, yok benim için fark etmez. Bekleyebilirim” dedi.
Başgardiyan sinirlendi. “ Müdür bey bir an önce bitirin dedi zaten  deyince nikah memuru; ”Kardeşim önce görüşsünler bakayım. Nikah bu, çocuk oyuncağı değil. Her şeye zorluk çıkarıyorsun.” deyince benden önce bir gerginlik olduğunu anladım.
Başgardiyan benle göz göze gelmek istemiyordu. “Tamam da fazla da bekleyemeyiz.  gibi bir şeyler homurdandı.
Sonradan öğrendiğime göre o gün sürekli zorluk çıkarmış bu şahıs. Nikah şekerlerini içeriye almamışlar. Eşimin ablasını almamışlar. Ablam ve eşimin abisi şahit olarak zar zor girmiş.
Şahitlerin ayarlanması esnasında da zorluk çıkmış.
Abisinin soyadı eşiminki ile aynı olduğundan şahitliği kabul edilmemiş.
Başgardiyan “ben olurum” demiş ama bu defa eşim de o zorluk çıkaran başgardiyanın şahitliğini istememiş.
Nikah memurunun o koşullarda gösterdiği cesur tutum sonucu başgardiyan geri adım atmış.
Eşimin, cezaevine geldiklerinde karşılaştığı, zorunlu hizmetini ceza evinde doktorluk yaparak sürdüren, tıp fakültesinden arkadaşı aklına gelmiş.
Onun şahitlik yapmasını rica etmek için odasına gitmiş ama arkadaşı odasında yokmuş(!).
Neyse ki orada kız kaçırmaktan mahkum olan eşimin eniştesinin bir tanıdığı, o esnada koridorları paspaslıyormuş. İkinci şahit de o olmuş.
Ben içeride giyinme telaşında iken, meğer başta eşim olmak üzere yakınlarım telaş içerisinde şu başgardiyanın çıkardığı zorluklarla uğraşıyorlarmış.
Yıl 1985 11 Mart yer Buca cezaevi…
Eski püskü kocaman tahta bir masa. Sevgili eşimle nikahımız kıyıldı. Benim üzerimde eğreti giysiler, ağrı kasvetli bir cezaevi ortamı, biraz önce yaşanan bir sürü zorluğun yaşanmasının getirdiği stresli bir ortam.
Ama biz yine de mutluyduk. Bana sorarsanız hayatımın en mutlu anlarından biri.
Biraz sonra birbirimizin üzerine ağır demir kapıların kapanacak olmasının burukluğu bile bunu bozamadı.
Çünkü ceza evine konmadan önce bir fırsatını bulup nikah kıymayı çok istemiş, ama becerememiştik. Sanki o mücadele başarı ile sonuçlanmış gibi gelmişti bana.

Nikah bitip de beni koğuşa götürmek üzere aldıkların da yarımdan fazlasını orada bıraktım.
Ama ne ben ne de eşim -sanki önceden sözleşmiş gibi- hüzün ortamının oluşmasına izin vermedik. Koğuşa giderken koridorlarda dolaşan seyyar kantinden birkaç kutu -şimdi satılıyor mu bilmiyorum- çubuk Tadelle aldım.
Benden heyecanla nikah şekeri bekleyen arkadaşlarıma dağıttım.  Koğuşa geldiğimde öğle yemeği yeni yenmişti.  Herkese en az ikişer tane dağıtılan Tadellelerin birer tanesi hemen yendi. Diğerleri bir kenara konup uygun bir keyif anı için saklandı.
O gün öğleden sonra; cezaevinde kıyılan nikahlar, kız kaçırmalar, yeni evliler, ceza evinde alınan “baba oldun” haberleri, cezaevinde doğan bebekler, özlemler hakkında neşeyle başlayıp, hüzne doğru dönen sohbetle geçti.
Aşağıdaki yemekhane olarak kullanılan alt katın kapısı açılarak gardiyanın “yemeeek” diye seslenmesiyle cezaevinin o günlük, monoton yaşamına dönüldü.
Akşam yemeğinden sonra en üst kattaki ranzama ellerim başımın altına koyarak uzandım. Bu klasik bir “derinlerde” gezinme pozisyonu idi.

O akşam “derinlerde” gezinmenin ne anlama geldiğini anladım.
Geçmişin, dışarısının, yakınların, sevdiklerin ve özlemlerin düşünülmesi, hatırlanmasından başka bir şeydi. Bütün bunların yaşanması gibi bir şeydi.
Öyle ki bütün o hayal ettiklerini elinle tutabileceğini sanacak kadar derinleşmekti.
Yanımdaki ranzada yatan arkadaş, eski bir POLDER’li polis memuruydu.
İçeri girdiğinde eşi ikinci çocuğuna hamileymiş. Eşi önümüzdeki bayramda açık görüşe oğlunu da getirecekti.
İlk defa oğlunu kucağına alacaktı. “Derinlerde gezinmek” ten bana o bahsetmişti. “Sen daha yenisin anlamazsın” demişti bana.
Ben derinlerde gezinirken o da gelip ranzasına yatmış, fark etmemiştim.
Düşüncelerden biraz kurtulup, kendisini fark ettiğim de gülümsedi; “şimdi anladın mı?” dedi. “Anladım” dedim.

Yaşadıklarım ne çekilmesi imkansız ne de kimsenin başına gelmemiş şeylerdi. Binlerce kişi bu özlemleri yaşadı, çok daha fazla çileler çekildi. Hala daha yaşanıyor.
Bütün bunlar Türkiye’de yaşamanın standart bedelleri…
Ama bütün bu cezaevi öykülerinin bir de öbür yüzü var.
Mahkum eş ve yakınlarından söz ediyorum. Eşim bütün o cezaevi süresi boyunca her on beş günde bir, -benimle on dakika görüşebilmek için -Yalova Devlet Hastanesinde tuttuğu zorlu 24 saatlik acil nöbetinden sonra, ertesi günkü izninde Çanakkale’ye gelir, oradan da İzmir’e gider, tekrar döndüğünde aynı zorlu acil nöbetini tutardı.
Çünkü nöbet ertesi iznini benim ziyaret günüme denk getirebilmesi ancak böyle olabiliyordu.
Yine, daha acı öyküleri de kendisinden dinledim. Bu ziyaretlere gelirken geçirdiği bir trafik kazası sonucunda uzun süre kotluk değnekleriyle eşini ziyarete giden bir mahkum eşinden söz etmişti.
Ben, cezaevinden çıktığım esnada daha epeyce bir süre orada kalacak olan bir arkadaşımın anlattıklarını hatırlıyorum.
Eşinin, köyünde, bizzat kendi anne babasının yanında olmaktan dolayı çektiklerini anlatmıştı. Karısını bir türlü ziyarete getirmiyor ve yollamıyorlardı.

Evet  eşimle benim nikahı 29 yıl önce bu gün kıyıldı. Bizim nikah resmimiz yok. O telaşta çektirmeyi unuttuk ya da imkan olmadı. Ama beleklerimiz hala dün gibi.
Bu anlatı bizim nikah resmimiz olsun.
Nice yıllara güzelim iyi ki evlendin benimle.

Nadi Öztüfekçi
11 mart 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.